İçimizdeki türlü sızılarla memleketin sızısı iç içe geçmişken ve yeni yıla pek de iyimser olmayan bir ruh haliyle iyice yaklaşmışken, 2025’i tek bir kelimeyle nasıl anlatabileceğimizi düşündüm, kendimce en doğru kelimenin “sızı” olduğuna karar verdim. Memleketçe içimizde yankılanan şey, sanki “ağrı sızı” dediğimiz halin ta kendisi. Belki Birhan Keskin’in dizelerinde buluşur gibiyiz: “dürtme içimdeki narı / üstümde beyaz gömlek var…”
Yıl biterken gördüğüm, o nar dürtülmeyi beklemiyor; zaten her an kabuğunu yaracak gibi duruyor. Geçen yıla dair bir “bilanço” çıkarmaya kalksak 2025’in bıraktıkları da, kartopu gibi yuvarlanıp büyüyerek gelenler de kişisel hayatımızda sırtladığımız ağırlığı veya toplumsal varlığımızın içine düştüğü hali karşılamıyor. Belki de bu yüzden etrafımızda bir “2026 heyecanı” görmek de kolay değil. Bir gölgenin boyunduruğunda yaşam savaşı veren hem yürekten hem bedenen yaralı “politik hayvanlar” gibiyiz: Yitirdikçe yitiren, zamanın hızlandığı ama hayatın “ileri” kelimesiyle pek uyuşmadığı bir momentteyiz.
İnsanın “zaman” dediği şey çoğu kez takvim yaprağının kibar yalanı, tekrar eden sayılar; gökyüzünün zamanı ise daha kaba, belki daha dürüst. Ama bizim hikayemizde asıl baskın olan, iki zamanı da hem kapsayan hem aşan, son bir yılın derin gürültüsü; haber bültenlerinin sert metali, durmayan sosyal medya akışı, “şimdi!” diye bağıran bildirimler… Bir de dolmadan boşalan cüzdanlar, gözaltılar, tutuklamalar, savaşlar, barışlar, ayrılıklar, aşklar, kayıplar, kafamızda yankılananlar… Bu gürültü, insanın içindeki saati bastırıyor. Bazen de artık felaketin kendisini aşıp felaketin ürkütücü diliyle boğuşmak zorunda bırakıyor. Sanki yaşadığımız yıkımın üstüne çekilen ince bir battaniye var da dumanı saklamaya yetmiyor ama kokusuna alıştırıyor.
Yok oluş da çoğu zaman böyle başlıyor zaten, bir tür alıştırma. En erken belirtisi, varlığın “konuşulamaz” hale gelmesi/getirilmesi veya doğru yerden konuşulamaması gibi. Bir haberi geçiştirirken, bir acıya alışırken, kaygıyı gündelik bir eşya gibi taşırken alışıyoruz, mecburen.
Bazen kendimizi korumak için sızıdan uzaklaşmaya çalışırken duyularımızı da kısıyoruz. Fakat bu kısma, bir süre sonra koruma kalkanı olmaktan çıkıp içimizi karartıyor. Üstelik olup biteni çoğu zaman “dönüşüm” diye adlandırarak daha da kolaylaştırıyoruz. İlk bakışta masum duran bu kelime, kimi zaman “yıkım” demeden yıkımı anlatmanın zarif bir yolu olabiliyor. Oysa dönüşüm dediğimiz şey, çoğu kez bir kaybı da beraberinde taşıyor, kaybı kabullendiğimiz anda sızı yeniden nüksediyor.
Eski biçim bütünüyle çözülmeden yenisi kurulmuyor ama bu “çözülmeyi” yılın son gününe sıkıştırılmış bir tören gibi değil, gündelik hayatın usul usul işleyen bir parçası gibi yaşıyoruz. Zamanla o kadar olağanlaşıyor ki -Hegel’in ifadesiyle- aşina olduğumuz şeyi bilemiyoruz ya da fark edemiyoruz. Aslında mesele daha büyük cümleler kurmak değil daha köklü bir dönüşüm ihtiyacını ertelememek, mesela 11. tezi (“Filozoflar şimdiye kadar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar, aslolan onu değiştirmektir.” —Karl Marx) alelade bir alıntı olarak değil, bir yön tayini olarak amaca dönüştürebilmek…
Yıl boyunca ölen çocukların haberleri, cezaevi kapılarında bekleyen aileler, borç harçla dönen mutfaklar, kişisel hezeyanlarımız, acılarımız… Gündelik hayata karışmış sessiz birer çığlık gibi. Büyük sözlere düşmeden, yalnızca bunları bilerek yaşamak bile fazlasıyla ağır. Ama bu bilgiyi taşımak insanın insana ve doğaya borcunu, sorumluluğunu hatırlatıyor. Bu noktada Samuel Beckett’in meşhur cümlesi bir motivasyon sloganı gibi değil de bir varoluş notu gibi duyulabilir: “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Yine dene, yine denil. Daha iyi yenil.” Başarıya tapınan bu çağda insanın kulağına küfür gibi gelebilir. Ama bazı dönemlerde hayatta kalmanın etiği de buradan geçebilir: Yenilgiyi inkar etmeden onun içinde direnmenin, hem örgütlenmenin hem o yenilgiyi örgütlemenin yolunu bulmak, hem toplumsal varlığımız hem de kişisel hayatımız için.
Karamsar ve umutsuz bir tablo çizmek niyetinde değilim, yaşadıklarımızın karanlığı, ağırlığı öyle derin ki istemeden hepimizi sürüklüyor. Ama yine de inanıyorum ki yılın bilançosu bir yerde umutla kesişecek. Bir kez daha hatırlatayım, bana kalırsa 2025’i en iyi ifade eden kelimelerden biri “sızı.”
İbn Mukaffa’nın “belagat uğruna fesahati kaybetme” uyarısını da hatırlayarak, “sızı” kelimesinin yeterince berrak olduğu kanaatindeyim. Neden mi? Çünkü sızı, bağırmayan ama susmayan, insanı uyutmayan, rahatlatmayan, “batan” bir şey. Acı gibi patlamaz, yas gibi kapanıp çekilmez, öfke gibi dışarı boşalmaz. Sızı içeride kalır. İnce, ısrarcı, gündelik ama zaman içinde çözülse de sebepleri öylece gitmez. İçeriden konuşur: kemikten, sinirden, beyinden, bazen de yürekten… Belki de bu yüzden hâlâ yaşadığımızın, kaybetmek istemediğimizin en çıplak işareti olabilir.
İnce bir sızı: Dişin dibinde, ense kökünde, burnun direğinde, parmağın ucunda, göğsün bir yerinde. “Ben buradayım,” diyen bir sinyal gibi. “Sen de buradasın.” İnsan böyle anlarda daha iyi anlıyor sanki, zaman dediğimiz şey, çoğu kez sayıların gölgesinde bir artık. Geriye kalan. Üstümüzde kalan. İçimizde kalan. Düzenden, rejimden, sistemden…
Bu sebeple yeni yıla girerken süslenmiş, bıkkınlık veren pazarlama cümleleriyle de sık karşılaşıyoruz: “Yeni başlangıçlar, yeni umutlar, yeni sen.” Öte yandan, yerinden kalkmayan hakikat: aynı eşik, aynı ağırlık, aynı yorgunluk. Bir yanda kutlamalar, ışıklar, alışverişler yeni yıl fırsatları, öte yanda açlık sınırında yaşam savaşı veren milyonlar, borcun gölgesinde küçülen evler, çocukların mezar taşına dönüşen manşetler, adını koymaktan çekinilen tutsaklıklar. Sanki her 31 Aralık gecesi bunlar sıfırlanacakmışçasına umut pazarlayanlar.
Birileri bizi bir sahneye çıkarıp “hadi” diyor alkışlayın, gülümseyin, iyi hissedin ve biz belki yılın bir gecesi, o hak ettiğimiz “iyi hissetmeye” kucak açıyoruz. Ama bu yılı yani 2025’i diğerlerinden ayırt eden nokta, tek bir gece için bile kimsenin kucak açmaya pek de hevesli olmayışı. Sızan yanlarımız, bu yıl bizi bir başka “dönüştürdü”. Sanki hep birlikte Katip Bartleby’nin o meşhur cümlesinin, bir dua gibi zihnimize yapışmış yankısıyla 2026’ya gidiyoruz: “Yapmamayı tercih ederim.”
Bu -en azından benim açımdan- bir isyan değil, zira isyan dediğin şey gayet daha aklı başında bir şey. Bu bir “çekilme” de değil. Daha çok, zorla giydirilmiş iyimserliğe karşı küçük bir reddiye ya da sızımızın yankısı. Çünkü bazı yılların sonunda insanın elinde ne yenilenme kalır ne de tazelenme. Sadece sızı kalır, sızı da -garip de bir biçimde- insanın en dürüst pusulası olabilir. Sızı, uyuşmanın düşmanıdır; keza uyumanın da… Sızı varsa, hâlâ bir yerimiz canlı demektir.
Fizik bunu benden daha acımasız anlatır: Sürtünme, enerjiyi ısıya çevirir. Hareketin bir bedeli vardır, o bedel kaybolmaz, biçim değiştirir. Bir tür entropi gibi… Ne kadar “idare etmeye” çalışırsak, o kadar ısınır içimiz, görünmez bir ateş… Dışarıdan bakınca sakin, içeride sürekli bir kayıp ya da sıkışma ya da ateş. Enerjinin geri dönmeyen kısmı. İşte sızı, hayatın “sürtünmesinden” doğan o geri dönmeyen ısı.
2025’i “kötü geçti” diye özetlemek bana yetersiz geliyor. Mesele, tek tek kötülüklerin listesi veya toplamı değil, bugünlerde dolaşımda olan bir ifadeyle, kötülüğün içinde yaşadığımız iklime dönüşmesi. Ekonomiden, politikadan azade, sadece ahlaki temelde bir kötülükten bahsedemeyiz. İnsanın, habere bakıp omuz silkebileceği bir eşiğe itilmesi, hatta artık haberlere hiç bakmaması gibi. Bir kaybı “normal” diye geçiştirebilmesi gibi. Yoksulluğa mecbur edilmesi gibi. Sızı tam burada hem bireysel hem toplumsal vaziyetimizde başlıyor: Kabullenmenin utancı veya acısıyla hayatta kalmanın mecburiyeti arasında, insanın içi ince ince çatlıyor. Bireysel duygumuz, bir anda toplumsal bir ölçüye dönüşüyor.
Sızıyı susturmanın en kolay yolu ise onu “kişisel” saymak. Oysa sızı bazen kanıttır. Bir şeyin yolunda gitmediğinin kanıtı. Daha kötüsü de sızı geçince bazen felaket bitmiş olmaz, sadece duyular körelmiş olur. Ağrı kesici ağrıyı durdurur, ağrının nedenini durdurmaz. Bazı dönemlerde toplumlar da bir tür ağrı kesiciyle yaşayabilir, gündem değiştirerek, kelimeleri değiştirerek, dikkatini dağıtarak, politik pratiğin merkezinden kaçarak ama bizim sızımız derin, ağrı kesiciler bile işe yaramaz halde. Sızıyı bastıramıyoruz, yeni yıla, astrologların bile üstesinden gelemediği bir hevessizlikle giriyoruz.
Bu bir zayıflık değil üstünü örtemeyeceğimiz bir uyarı, “idare etme” diye bağıran bir uyarı. Çünkü biz mucizelerin değil, daha ziyade idare etmenin insanlarıyız. Fakat kaderimiz bilip sızıya yapışamayız. Hem yenilgileri hem sızıları örgütlemekten başka ne yolumuz var? Gramsci’ye kulak vermek zorundayız: “En kötü dehşetler karşısında dahi umutsuzluğa kapılmayan ve her türden aptallığa meyli olmayan, ayık, sabırlı insanlar yaratmak gerekir. Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliğidir.”
Birkaç sene önce yazdığım bir başka yılbaşı yazısında şöyle demiştim: “Büyük bir külliyat toplanıp yeni sayılarla, beklentilerle, olasılıklarla yoluna devam ediyor. Bir şeyin yaşanması ile bir şeyin fikri elbette iki ayrı şey, iki ayrı yol, iki ayrı korku… Protagonistlerin ve antagonistlerin sahnesi sürüyor. Biz Shakespeare’den ilhamla ‘Öğret bana! Nasıl unutulur düşünmek?’ diye karşılıyoruz yeni yılı.”
Pek de ilerlememişiz sanki, sadece sızılara dönüşmüş acılarımız, kayıplarımız, alamadığımız yollarımız, olamadığımız hallerimiz… Bir yanı kabulleniş bir yanı alışma. Bir yanı da umut: Marx’ın, elimden gelse her yere yazmak istediğim o cümlesi diyor ki “insanın anatomisi, maymun anatomisinin anahtarıdır. […] daha yüksek bir biçimin müjdeleyicisi olan işaretleri ancak bu yüksek biçimin kendisini tanıdıktan sonra anlamak mümkün olmuştur.” Bizi sızılarımızdan kurtaracak anahtarlar belki de mevcuttur. Sızı içindeki herkese mutlu yıllar diliyorum.
Desteğiniz bizim için önemli. Buraya kadar geldiyseniz, hatırlatmak boynumuzun borcu. Türkiye gibi ifade özgürlüğünün sürekli tehdit altında olduğu bir ülkede, elimizden geldiğince nitelikli yayıncılık yapmanın imkanlarını araştırıyoruz. Güvenilirliğini küresel ölçekte yitiren medya alanında hâlâ iyi işler çıkarılabileceğine inanıyor, eleştirel düşünceyi müşterek bir toplumsal değere dönüştürmeyi hedefliyoruz.
Bağımsız yayıncılığı desteklemeniz bizim için fazlasıyla değerli. vesaire’nin dağıtımının sürekliliğinin sağlanmasında ve daha geniş kesimlere ulaşmasında okurlarımızın üstlendiği sorumluluk özel bir anlam taşıyor. İmkanınız varsa, vesaire’yi desteklemek için patreon sayfamızı ziyaret edebilirsiniz. Desteğiniz için şimdiden teşekkür ederiz, iyi ki varsınız.